9 Kasım 2015 Pazartesi

Tükenmişlik Üzerine

   
     Son üç yıldır çalıştığım Çalışan Destek Programı kapsamında farklı şirketlere farklı konu başlıklarıyla ilgili seminer ve söyleşiler düzenliyorum. Eylül, Ekim ve Kasım süresince de Ericsson ve Siemens'te son iki ayda toplamda 7 kez Tükenmişlik Sendromu söyleşisi yönettim Örgütsel Psikolog benim de çok sevgili arkadaşım Sibel Karamaraş ile.. Bu şirketlerde tükenmişlik görece çok yaşandığından değil, daha ziyade çalışanlarının zihinsel ve duygusal iyilik hallerine, farkındalık düzeylerine verdikleri önemden dolayı bizi davet ettiler.
     Bu yazıyı daha anlamlı kılabilmesi amacıyla sizlerle de tükenmişliğin benim için en anlamlı tanımını paylaşmak isterim. Tükenmişlik Sendromu işi gereği yoğun duygusal taleplere maruz kalan ve sürekli diğer insanlarla yüz yüze çalışmak durumunda  olan kişilerde görülen
•  fiziksel bitkinlik,
•  uzun süreli yorgunluk,
•  çaresizlik ve umutsuzluk duygularının,

yapılan işe, hayata ve diğer insanlara karşı olumsuz ve alaycı tutumlarla yansıması ile oluşan bir sendrom’dur.
Buna bağlı olarak biz de söyleşilerimizde tükenmişliğin ne olduğunu, nelerin tükenmişlik hissini beslediğini, tükenmeye direnme konusunda yaşadığımız zorlukları ve baş etme mekanizmaları üzerine konuştuk. Bu konuşmalarda benim için dikkat çekici olan bir kaç noktayı paylaşmak istiyorum sizlerle.
     Birincisi; insanımızın tükenmişlik konusunda bilgisinin ve haliyle buna bağlı kendi olası tükenmişlikleri ile ilgili farkındalıklarının beklenenden çok düşük olduğuydu. Tükenmişlik kavramı çoğumuz için hala Meryem Uzerli'nin Muhteşem Yüzyıl'dan kaçıp Almanya'ya gitmesi seviyesinde. Çok da haksız sayılmazlar çünkü bu konuda farkındalığı artırmaya, insanı konuyla ilgili düşünmeye çeken şirket ve yönetici sayısı ve bu konuda yayınlanan Türkçe araştırma hala yeterli sayıda değil. İkinci nokta tükenmişlik kavramının kaygı, depresyon, stres ve işkolizmle ne kadar karışıyor olduğu. Birbirlerinden çok farklı kavramlar olmadıkları, hatta birbirini besleyen sendromlar olduğu çok doğru ancak dilimiz sürekli olarak "tükendim" ya da "stresliyim" kelimelerine o kadar alışmış ki ciddi bir kaygı ya da depresif duygulanımı gözden kaçırıyor olabiliriz. Bu sebeple söyleşilerimizde de bu kavramlar arası geçişkenliği ve farklılıkları konuşmak anlamlı oldu.
     Bir üçüncü dikkat çeken nokta ise tükenmişlik sendromu gibi meslek hastalığı olarak tabir edilen sendromların sebeplerinin tamamen organizasyonel etkenler olarak düşünülmesi. Artan iş yükü, motivasyon ve ödül eksikliği, iş tanımı belirsizliği gibi faktörlerin tükenmişliği çağırdığı gerçeğini inkar etmemekle beraber atladığımız bir nokta var ki o da kişisel sebeplerimiz. Ev ve sosyal yaşamımızdaki ilişkisel problemlerimiz, mizacımız, kişilik örüntümüz gibi faktörlerin de bu sürece kuvvetli bir zemin hazırlayabileceği gerçeği.. Suçu tamamen organizasyonel faktörlere atmadan önce bu süreçteki kendi rollerimizle ilgili de düşünmekten biraz geri kalıyoruz gibi. Son ve en önemli noktalardan biri kişilerin gerek tükenmişlik gerek farklı bir zorlantıyla ilgili "hap bilgi" ihtiyaçları. "Peki ne yapacağız o zaman?" "Tükenmişlikle nasıl baş edeceğiz?" gibi sorular çok sık duyduğumuz çok da haklı sorular. İnsanlar bu gibi süreçlerle baş edebilmek için formül ihtiyacındalar. Kişilere tabi ki sürecin yönetimiyle ilgili herkese faydalı olabileceğini düşündüğümüz bilgiler paylaşmaktan geri kalmadık amma velakin kendi içsel süreçlerini daha derinlemesine keşfetmek ve baş etmekle ilgili kendilerine özgü yöntemler bulmak için alabilecekleri bireysel psikoterapi desteğini önerdiğimizde bir ayaklarının geri geri gittiğini görebildik. Matematik formülleri gibi elimizde reçetelerimiz var ve paylaşmıyoruz zannedilebiliyor. Oysa herkesin yaşadığı zorluk ve buna bağlı reçetesi birbirinden çok farklı. Sizin reçeteniz için sizinle çalışmamız lazım dediğimizde bir hayal kırıklığı görmüyor değiliz. Belli ki hala daha bireysel psikoterapi / psikolojik danışmanlık desteklerini kendimiz için almak konusunda yeteri kadar aktif ya da istekli değiliz. Konu evliliğimiz ya da çocuklarımız olduğunda destek için çok zaman kaybetmiyoruz ancak konu kendimiz olduğunda biraz ihmalkarız..
     Özetlemek gerekirse tükenmişliğin ne olduğu ve ne olmadığı, bu süreci besleyen etkenler ve baş etme mekanizmalarıyla ilgili konuşmak kadar bu süreçte kendi farkındalığımızı sorgulama ve o farkındalığı artırmakla ilgili harekete geçme konusu büyük bir öneme sahip. Öyle ki; biliyorsak farkındaysak korunabiliriz.
    Sevgiler

10 Ekim 2015 Cumartesi

Antalya'lı ebeveynlerle "çocuklarımıza verdiğimiz gizli mesajlar"

Antalya'lı ebeveynlerleydik bugün, çocuklarımıza fark etmeden de olsa verdiğimiz gizli mesajların ne olabiliceğiyle ilgili konuşmak, onların sağlıklı gelişimine katkıda bulunmak için.. Kuralları, tuvalet eğitimini, okula adaptasyonu konuşacağız derken barışı, kardeşliği, yıkımdan çok yaratmanın gücünü nasıl aktarırız o masum dünyalarına, olanı biteni nasıl açıklarız onu konuştuk. Katılan herkese çok teşekkürler. #inadınabarış

26 Eylül 2015 Cumartesi

Tezgahçılar'da "Siz ne söylersiniz, çocuklar ne anlar?"

25 Ekim Pazar günü ebeveynlerle Tezgahçılar'da bir araya gelip çocuklara verdiğimiz gizli mesajlarla ilgili keyifli bir söyleşi gerçekleştireceğiz..


Dolu dolu 3 saat sürecek eğitimde özetle şunları konuşacağız:
  • 0-6 yas döneminin önemi nedir? 7’den sonra artık çok mu geç?
  • Çocuklar hangi gelişimsel süreçleri nasıl yaşar?
  • Çocuklar dünyaya ve size güvenle nasıl bağlanır?
  • Çocuklara  kuralları, tuvalet eğitimini, kardeşi, okulu, cinselliği, boşanmayı hatta ölümü anlatırken fark etmeden verdiğimiz gizli mesajlar nelerdir?
  • Biz ne söyleriz, onlar ne anlar?
  • Takındığımız her “yanlış” tutumla onların anılarında travmatik hikayeler, psikolojilerinde kapanmaz yaralar mı bırakıyoruz?
  • Verdiğimiz mesajlar onların zihinsel sosyal ve duygusal gelişiminde nasıl bir rol oynuyor? Geleceğin sanatçısı, diktatörü, aşığı bizim eserlerimiz mi?
  • İyi polis anneanneler, babaanneler.. Kötü polis ebeveynler. Bu süreç nasıl yürütülmeli?

Her türlü sorunuz için 05074825817‘yi arayabilirsiniz.


İlgilenenler için: http://tezgahcilar.com/cocuklar-ne-anlar/


20 Temmuz 2015 Pazartesi

Uzm. Klinik Psikolog Melis Kısmet / Antalya'da Psikolojik Danışmanlık ve Eğitim Hizmetleri


Merhabalar,
Çatı Danışmanlık Merkezi ve Avita Çalışan Destek Hizmetlerinde devam ettirdiğim psikolojik danışmanlık, psikoterapi ve eğitim çalışmalarımı haftanın 2 günü Antalya'da da sürdürüyor olacağım. Bilgi ve randevu için iletişim bilgilerimden bana ulaşabilirsiniz.
Sevgiler

7 Temmuz 2015 Salı

Havadan Nem Kaptık / Hava Durumu vs. Ben Durumu

http://www.hurriyet.com.tr/ik/29454032.asp


Temmuz ayına girmemize rağmen yaz mevsiminin tam olarak yüzünü göstermemesi, havaların bir açıp bir kapaması adaptasyon sürecimizi zorlaştırıyor. Havadaki bu değişimler hem kaygı ve yorgunluk düzeyini arttırıyor hem de pek çok hastalığa neden oluyor.

Mevsimlerin, hava durumunun insanları ruh halini olumlu ya da olumsuz şekilde etkilediği bir gerçek. Özellikle kış mevsiminde güneş ışığının azalması, puslu, yağmurlu ve kapalı havalar insanları olumsuz etkiliyor. Bu yıl bir türlü gelemeyen yaz, havaların bir açıp bir kapaması, yağmur ve rüzgar, adaptasyon sürecini etkiliyor ve bu da yorgunluğa sebep oluyor. Avita Çalışan Destek Hizmetleri’nden Uzman Klinik Psikolog Melis Kısmet, havalardaki bu dengesizliğin başımızı döndürdüğünü söylüyor: “Baş dönmesi soğuğu sevmemekten ziyade doğayı anlamlandırmaya çalışırken oluşuyor. Serini, soğuğu seven bile haziran ayının gel gitiyle baş dönmesine yakalanıyor. Stabiliteyi seviyoruz ve havadaki bu dalgalanma bize bir şeyler değişiyor mesajı veriyor sanki. Derken kaygı geliyor, dünyamız, atmosferimiz, çevremiz, geleceğimiz için endişeleniyoruz. Mevsim kayması konseptini hayatımıza aldık, ona alışmaya çalışıyoruz. Havanın bu kafa karışıklığı bizi kaygılandırıyor. Belki insanlar bu süreçte havanın değişkenliği nedeniyle belli semptomlar geliştirmiyorlar ama artan bilinçli ya da bilinçdışı endişeyle beraber genel kaygı belirtilerinde bir artış gözlemleyebiliriz.”

Kapalı havada çalışmak daha verimli
Endüstri ve örgüt psikoloğu Sibel Karamaraş ise dengesiz havaların çalışanlarda uykusuzluk, yorgunluk hissi ve enerji düşüşüne bağlı konsantrasyon sorunları oluşturabildiğine dikkat çekiyor: “Tüm bunlar da bir zaman sonra performansı ve tabii ki motivasyonu olumsuz etkileyebilir. Fakat iş yaşamına bakacak olursak, gerek sahada gerek laboratuvarda yapılan bazı araştırmalar güneşli günlerde çalışanların, kapalı, yağmurlu günlere oranla daha az verimli çalıştıklarını gösteriyor. Bunun sebebi dışarıda yapılabilecek aktivitelerin ve alternatiflerin daha az olması. Daha az olasılık daha az uyarı demek. Böyle olunca insanlar işlerine daha iyi odaklanabiliyor. Yine de açık ve güneşli havaların insan psikolojisi üzerindeki pozitif etkisi tabii ki yadsınamaz.”
Tabii havalardaki bu ani değişimler hastalıklara da davetiye çıkarıyor. Aynı günde birkaç mevsimi yaşadığımız bu günlerde, daha ince giyiniyoruz, pencere açık uyuyoruz, yaz yağmurunda ıslanmaktan korkmuyoruz, daha soğuk yiyecek ve içecek tüketiyoruz. Bu da hastalıkları beraberinde getiriyor. Bu durum kas tutulmaları, sırt ve bel ağrısı, boğaz ağrısı, baş ağrısı gibi birçok şikayetin artmasına neden oluyor.

Medical Park Bahçelievler Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Yard. Doç. Dr. Engin Türkmen, yaşlılar, gebeler, çocuklar ve kronik hastalığı olanların ısı kontrol merkezlerinin daha çok zorlandığına dikkat çekiyor: “Bu kişiler ısı değişimine karşı daha hassaslar. Bu havalarda beslenmelerine ve giyimlerine özen göstermeliler. Sıcak ve soğuk havaya karşı kolay giyinip çıkarabilecekleri kıyafetleri tercih etmeliler. Kalp, tansiyon ve böbrek hastaların beslenmelerine daha çok dikkat etmeleri gerekiyor. Yeterli miktarda sıvı alımı ve ilaçlarını daha da düzenli almaları gerekiyor. Kronik hastaların daha sık kontrolden geçmesi gerekir. 6 ayda bir gidiyorsa yaz başı ve yaz sonunda hekime gidip kan kontrollerini, üre ve keraitini testlerini yaptırmalılar.”

Adaptasyon için doğru beslenme 
Havalar henüz yağmurun vücudumuza verdiği zararı engelleyecek kadar sıcak olmadığından yağmurda ıslanıp ardından rüzgar çarpması vücut ısısının düşmesine neden oluyor. Bağışıklık sistemi düşüyor ve enfeksiyona açık bir hale geliyor. Nezle virüsleri bu havaları seviyor. Vücut ısısı düşük, bağışıklık sistemi zayıfsa ve yeterli savunma mekanizması devreye giremiyorsa, solunum yolu enfeksiyonları, sinüzit, bronşit, zatürre ve ishal gibi şikayetler sık yaşanıyor.

Bu hastalıklardan korunmanın yolunun da adaptasyonu daha iyi sağlamaya yönelik çalışmalar yapmak olduğunu söyleyen Yrd. Doç. Dr. Türkmen, kahvaltı yapmanın önemine dikkat çekiyor: “Enerjiye ihtiyacımız var ise ilk olarak güçlü bir kahvaltı yapacağız ve bu kahvaltının içerisinde bal, peynir, zeytin, karbonhidrat olacak. Tüm bunlar günlük aktiviteler için gerekli ısıyı, enerjiyi almak ile birlikte vücudumuzun ısı kontrol merkezinin rahat çalışabilmesi için gerekli. Bunun yanında bol sıvı almamız lazım. Günde en az 2 litre sıvı tüketmemiz lazım. Bir buçuk, iki litre su olabilir. Maden suyu olabilir. Tuzlu ayran olabilir. Havalar sıcaksa terle birlikte sodyum potasyum kaybı olduğu için muhakkak maden suyu ve tuzlu ayran öneriyoruz. Bunu aldığınız zaman hem sıvıyı alıyorsunuz hem de elektrolitleri alıyorsunuz. Dolayısıyla kramplardan kurtulmuş olursunuz; eğer terleme ile birlikte sodyum potasyum, magnezyum kaybı olursa bu sefer bacak krampları olur. Sonrasında yorgunluklar olur. Bu nedenle kahvaltımıza dikkat etmeliyiz. Yeterince sıvı almalıyız. Ayrıca meteoroloji bilgilerini iyi dinleyip ona göre giyinmeliyiz, şemsiyemizi yanımızda bulundurmalıyız.”

Açık havada yürüyüş yapın
Acıbadem Fulya Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Hacer Baltaoğlu, ani ısı değişikliklerine karşı şu önerilerde bulunuyor:
- Ani ısı değişikliklerine karşı daha dayanıklı olmak için her gün açık havada 30-60 dakika süreyle yürüyüş yapılmalı.
- Mümkünse her gün duş alarak, masaj gibi şeylerle dolaşım hızlandırabilir.
- Uykuya dikkat edilmeli, en az 6-8 saat uyunmalı.
- Bağışıklık sistemini güçlendirmek için bol miktarda taze sebze ve meyve yiyerek vitamin alınmalı. Günde 2 litreden az olmamak kaydıyla su içilmeli: Çok terlediğiniz anlarda mineralli su, tuzlu ayran, cacık ve yoğurt tüketilmeli.
- Enfeksiyonlardan korunmak için elleri çok sık yıkamalı, öpüşmekten ve tokalaşmaktan kaçınılmalı.

Hava durumundaki ani değişikliklere bağlı gelişen rahatsızlıklar ofis çalışanlarını da aynı şekilde etkiliyor, çalışanların hastalanması iş gücü ve verimi düşürüyor. Dr. Hacer Baltaoğlu, ek olarak yüksek sıcaklık ve nemden dolayı oluşan ısı stresi, fiziksel aktivite ve konsantrasyon yeteneğinde azalmaya yol açarak bireylerin daha fazla hata yapmalarına neden olduğunu söylüyor: “Özellikle temmuz-ağustos ve eylül aylarında çok daha fazla görülen akut bağırsak enfeksiyonları, yumurta, tavuk ve et kaynaklı besin zehirlemeleri ofis çalışanları arasında ortak kullanılan tuvaletler, kırtasiye malzemeleri gibi materyaller, toplu yemekler bulaşmaya yol açarak çalışanların büyük bir kısmını etkiliyor. Yine iyi klimatize edilmeyen ve havalandırılamayan ofislerde solunum yolu hastalıkları çalışanları doğrudan etkileyerek iş gücü ve verimini düşürüyor. Klimaya doğrudan maruz kalınması sonucu boyun ve sırt tutulması, baş ağrısı, yüz felci gelişebiliyor. Ayrıca halsizlik, yorgunluk, migren atağı, astım krizi, kronik tıkayıcı akciğer hastalığı olanlarda akut alevlenme, boğaz, kulak ve sinüs enfeksiyonları, hatta doğrudan klimalardan yayılan bir bakteriyle  gelişen Lejyoner hastalığı yani zatürre klimaların yanlış kullanımı nedeniyle oluşan hastalıklar arasında yer alıyor.”

11.00-16.00 arası dışarı çıkmayın
Önümüzdeki günlerde havaların çok sıcak olması bekleniyor. Uzmanlar çok sıcaklarda gerekmedikçe dışarıya çıkılmaması konusunda uyarıyor:
- Sıcak hava dalgasında özellikle yaşlılar ve kronik hastalıkları olanlarda ölüm oranları artıyor. Güneş çarpması da ölüme neden olabiliyor. Cilt kanserleri ve güneşe bağlı yanıklar artıyor.
- Bol sıvı tüketin ve sık duş alarak serinlemeye çalışın.
- Zararlı güneş ışınlarına maruz kalmamak için 11:00’den önce veya 16:00 dan sonra yürüyüşü tercih edin.
- Hava sıcaklığına uygun giyinin: Çok sıcaklarda açık renk, hafif, terletmeyen pamuklu ya da keten giysiler, geniş kenarlı şapkalar ya da şemsiye kullanın.

Sıcaklıklar artacak
Bu yaz diğer yıllardan biraz farklı geçiyor. Havalar bir açıyor, bir kapıyor, temmuz ayına girmemize rağmen sıcaklıklar mevsim normallerinin altında seyrediyor. Meteroloji mühendisi Hüseyin Öztel’e hava durumunu sorduk. Öztel, “İstanbul için Haziran ayında hava sıcaklığının mevsim ortalamaları 26 derece civarında. Bu yıl ise İstanbul 25 derecenin üzerine sadece birkaç gün çıktı. Çoğunlukla 24-23 dereceydi, hatta bazı poyrazlı günler gün içi sıcaklıkları 19 dereceye kadar indi. Doğal bir klima gibi çalışan poyraz rüzgarı hâlâ hakim rüzgar olarak bölgede esiyor” diyor.

Temmuz’un ilk haftası yine serin hava girişi olacağını söyleyen Öztel, sıcaklıkların artacağını ama aşırı sıcak bir temmuz beklemediklerini, Ağustos ayının ise bugünlere göre 5-8 derece sıcak olmasını beklediklerini söylüyor.

16 Haziran 2015 Salı

KIYAMAYANLAR

Yas tutmak, kayıp ve yas süreci.. İnternette bu konuda kaynak çok fazla; kayıp nedir, yas süreci nasıl bir süreçtir, nasıl tepkiler verilir gibi gibi gibi.. Yasın nasıl tutulması gerektiğiyle ilgili kaynaklar bu kadar çokken benim asıl değinmek istediğim yasın tutulması gerekliliği, tutulamazlığı, tutturmayanlar, kıyamayanlar.. 

Kayıp yaşamış birinin yakını olmak çok zordur. Hasta yakını olmak gibi. Hasta değilsin ama kapsanmak desteklenmek için sana ihtiyaç var. Yas tutan kişinin de omuza, ordakinin varlığına ihtiyacı var ama zordur ordaki olmak. omuz olmak..

Bizim toplumumuz ne de korkar yastan. "Aman ağlama bak o seni görüyor, üzülür" deriz. Neden ağlamasın ki oysa ağlasın, tutsun yasını, yas tutulursa tamamlanır. "Üzülme" deriz oysa üzülsün; üzüntü kötü değildir ki neden korkarız bu kadar yakınımızdaki biri üzüldüğünde, kaybettiğinde, kızdığında?

"Sakinleştirici verelim bu böyle olmaz" deriz oysa o kişi o an ne kadar kıymetli bir kaybın ne kadar kıymetli acısını çekiyordur, neden alırız ki bunu elinden? Anılar konuşulur, ölüm konuşulur, "sus bak konuşma beni de üzüyorsun" deriz konuyu kapamaya, açılmaması için elimizden geleni yapmaya çalışarak. Oysa zihninde yaşatmaya, o yası tutmaya, konuşmaya, ölümle hesaplaşmaya ihtiyaç vardır; neden engelleriz ki?

Neden korkarız acaba bu kadar? Sürecin bizim derin mezarlarımızı, diplere gömdüklerimizi kazıp çıkarmasından mı?




4 Haziran 2015 Perşembe

Profesyonel Hayatta Duygu Yönetimi



     Avita Çalışan Destek Hizmetleri ve Nestle işbirliğiyle Duygu Yönetimi temalı bir söyleşide konuşmacı olma şansım oldu. Katılımcılarla temel duygulanımlarımızı, bunları yönetmek konusundaki zorluklarımızı, bu zorlukların altında yatan etkenleri ve profesyonel hayatta duygu yönetiminin nasıl sağlanabileceğiyle ilgili bilgi alışverişi gerçekleştirdik.
     Söyleşi sırasında çalışanların da paylaşımlarından anlaşılan temel zorluğun iş yaşamında duyguların ne kadar gösterilmesi gerektiği ve iş-özel yaşam dengesinin nasıl sağlanabileceğiyle ilgili soru işaretleri olduğunu gördük..  Herkes ne kadar da ürkmüş öfkesinden, kaygısından, üzüntüsünden.. Sanki çok korkunçlarmış gibi.. Duygu yönetmek derken aslında olumsuz duygulanımı hiç yaşamama ya da göstermeme halini duygu yönetimi zannetmişiz. Deneyimlediğimiz her duygunun aslında bir anlamı olduğu, bizim bu anlamı kendi içselliğimizde bulup yönetim konusunda çok daha efektif davranabileceğimizle ilgili örnekler üzerinden keyifli bir söyleşi gerçekleştirmiş olduk. Duygunun deneyimlenme şekli, süresi, yoğunluğu hepimiz için farklı. Haliyle duygu yönetiminin ne anlama geldiği de hepimiz için farklı. Duygunun tanımlanması ve yorumlanmasıyla ilgili temel bir yol haritasına ek olarak kişinin kendi içselliğinde anlam bulma çabaları için bu gibi söyleşiler ve kişinin bireysel terapi sürecinin önemi göz ardı edilemez gibi duruyor. Bu bağlamda kişilerin kendileri, şirketlerin de çalışanları için aldıkları bu destekler çok kıymetli olsa gerek.
     Bu gibi nice paylaşımlara..

2 Haziran 2015 Salı

Kronik Yorgunlar / Hurriyet IK'da benim de ufak bir katkımın olduğu çalışanlara dair önemli bir yazı

Son yıllarda çalışanların büyük bir kısmı yorgunluktan şikayetçi. Yorgunluk, kişinin iş ve özel yaşamında verimini, yaşam kalitesini düşürüyor, ayrıca iş kazalarına zemin hazırlıyor. Çalışma hayatındaki yorgunluğun temelinde stres, kaygı, ağır iş yükü, uzun çalışma saatleri yatıyor. İşyerlerinin ve bireylerin alacağı önlemlerle yorgunluğu yönetmek mümkün.

Herkesin zaman zaman yorgunluk yaşaması normal, ama yorgunluk süreklilik arz ettiğinde, kişinin özel ve iş hayatını olumsuz yönde etkilediğinde tehlike yaratıyor. Hepimizin yaşadığı ama çok da üzerinde durmadığı yorgunluk, hem iş hayatında verimliliği azaltıyor, iş kazalarına sebep oluyor hem de kişinin özel hayat kalitesini düşürüyor.

Kronik yorgunluk, ciddi organik bir bulgu veya önemli bir psikiyatrik hastalık olmadan en az altı ay süren, dinlenmekle düzelemeyen, kas ve baş ağrıları, uyku problemleri, dikkat problemleri gibi belirtilerle ortaya çıkan bir tür hastalık olarak tanımlanıyor.

Çalışanlardaki bu yorgunluk ve bitkinlik halinin işyerlerinde birçok olumsuz etki bırakabildiğini söyleyen örgüt psikoloğu Sibel Karamaraş, en sık rastlanan etkilerin konsantrasyon eksikliği, hata yapma oranında artış, performans düşüklüğü ve zayıf iletişim olduğunu söylüyor.

Yorgunluğu da yönetmek mümkün. Kişinin kendi yorgunluğu hakkında farkındalık sahibi olması, bunu azaltması ya da ortadan kaldırması için neler yapması gerektiğini bilmesi ve uygulayabilmesi ‘yorgunluk yönetimi’ olarak tanımlanabilir. 

Stres ve iş yükü birinci sırada
İş psikoloğu Nazım Serin, yorgunluğun, geniş bir tıbbi ve ruhsal hastalık yelpazesinin belirtilerinden biri olması nedeniyle toplumda yaygın bir problem olduğunu söylüyor: “Çalışma hayatında da yaygın olan yorgunluğun temelinde çalışanların yaşadıkları stres, kaygıya bağlı problemler gibi psikolojik nedenlerin yanı sıra ağır iş yükü, uzun çalışma saatleri, fazla seyahat ederek çalışma, yüksek sorumluluk altında olma gibi faktörler yer alıyor. Yorgunluğa yol açan tüm sebepler arasında psikolojik faktörlerin ağırlığı daha fazla. Bireylerde yorgunluğu ortaya çıkaran iş ve iş dışı çok sayıda sebep var. Uyku bozukluğu, beslenme yetersizliği, viral hastalıklar, tiroid hastalıkları, solunum sistemi hastalıkları, çeşitli ilaçlar, kanser, ruhsal travma, depresyon, stres, aşırı fiziksel aktivite gibi nedenler ilk akla gelenlerdir.” 

İş kazalarına neden oluyor
Yorgunluk, kişinin gerek iş, gerek iş dışı yaşamında (aile, sosyal ilişki alanı) verimini düşüren, yaptıklarından zevk almasını engelleyen ciddi bir sorun. Enerji kaybı, reflekslerinin yavaşlaması, muhakeme becerisinin yavaşlaması, odaklanmada zorlanma, uyuşukluk, eklem ve kas ağrıları gibi yorgunluğa bağlı çeşitli belirtiler kişinin yaşam kalitesini aşağı çekiyor. 

Ayrıca yorgunluk, iş yaşamında kazalara ve hatalara zemin oluşturuyor. Serin, özellikle şoförlerde, pilotlarda, makine başında çalışan işçilerde ve tehlike derecesi yüksek işlerde yorgunluğun iyi yönetilmesi hayati önem arz ettiğini söyleyerek, “İş yaşamında yorgunluğu yönetmek; yorgunluğu yaşayanlar, diğer çalışanlar ve müşteriler açısından can, mal, zaman ve enerji bakımından olumsuz sonuçlar doğmaması için gereklidir. Ayrıca yorgunluk, iş hedeflerinin tutturulamamasına, üretim ve hizmet kalitesinde düşmelere ve hatalara, motivasyon kaybına, iş süreçlerinin yavaşlamasına ve aksamasına yol açabilir. Dolayısıyla, giderek iletişim ve çatışma problemlerini besleyebilecek, bu nedenle de önlemi alınması gereken bir olgudur” diyor. 

Çalışan anneler daha çok dile getiriyor
Çalışan destek hizmetleri veren Avita’yı arayan danışanlar, dolaylı yoldan yorgunluktan şikayetçi oluyorlar.  İşyerlerindeki ve özel hayattaki sorumlulukların fazla gelmesi, ilişki-evlilik sorunları, iş ve özel yaşamdaki rollerden gelen sorumlulukların yönetilmesi gibi durumların yarattığı stresin sonuçları arasında yorgunluktan bahsediyorlar. Psikologların verdikleri bilgiye göre, en çok da evli ve çocuklu kadın çalışanlardan geliyor bu şikayetler. Uzman klinik psikolog Melis Kısmet, şunları söylüyor: “Özellikle iş stresi ve tükenmişlik, depresif belirtiler, iş-özel yasam dengeleme problemlerinin içerisinde halsizlik, yorgunluk kavramlarını sıklıkla duyuyoruz. ‘Hiç bir şey yapacak ve düşünecek halim yok’, ‘ne kadar uyusam da dinç kalkamıyorum’, ‘kafamda sürekli yapacak bir şeyler var ve bunları yapmaya enerjim yok’, ‘akşamları kendimi işten sonra hemen yatağa atıyorum ama ertesi gün yine yorgun hissediyorum’ gibi cümleler sık duyduklarımız arasında. Çalışanlar bedensel yorgunlukla daha rahat baş edebilirken başarısızlık, çaresizlik, üzüntü gibi duygulanımların tetiklediği yorgunluk hissini yönetmek konusunda zorlanıyorlar.”

Şirketler nasıl tedbirler alabilir?
Öncelikle yorgunluğun temel sebebi araştırılmalı ve ona göre adım atılmalı. Yetersiz ve kalitesiz uykuyla birlikte obezite, kalp hastalıkları ve depresyon gibi birçok rahatsızlık dahi yorgunluk sebebi olabilir ve bunların hepsinden dolayı şirket içi performans ve verimlilik de düşeceği için ciddi risk unsurları olarak görülebilir. Sibel Karamaraş, bunun önüne geçmenin yolunun işe alımdan sonra yapılan sağlıktaramalarında farklı formlar kullanılması olduğunu söylüyor ve alınabilecek diğer önlemleri şöyle sıralıyor:

- Genel sağlıklı yaşam davranışları ile alakalı farkındalık yaratmak adına şirket içi aktiviteler yapılmalı.
- Risk analizi yapılması ve ilgili eğitimler düzenlenmeli.
- Fazla mesai yapmayı gerektiren görev tanımları üzerinde çalışılmalı, vardiya programları analiz edilmeli
- Sağlıklı beslenmeyi destekleyen yiyecek ve egzersiz imkanları sunulmalı
- Çalışanların mola vermeleri teşvik edilmeli
- Wellness programları uygulanmalı
-  Tıbbi ve psikolojik desteklerle uyku ve diğer problemler değerlendirilmeli.

Bireysel olarak alınabilecek tedbirler
İş psikoloğu Nazım Serin, yorgunluğu önlemede veya azaltmada etkili olabilecek bazı hususları sıralıyor:

- Yetişkinler için günde 7 – 8  saatlik düzenli bir uyku önemli.
- Akşamları veya yatmadan önce yorucu aktivitelerden kaçınılmalı.
- Karanlık ve havalandırılmış bir ortamda uyulmalı. 
- Yatak ve yastık ergonomisi kişiye uygun olmalı.
- Düzenli egzersiz yapılmalı.
- Mümkünse gündüzleri bol ışıklı ortamda bulunulmalı.
- Akşamları günün yorgunluğunu atmak açısından ılık duş alınmalı.
- Akşamları fazla çay, kahve, sigara, alkol, yemekten kaçınılmalı.
- Kaygılı, karamsar, kolay sinirlenen yapıda olan kişilerin terapi desteği almasında yarar var.
- Medi-tasyon ve gevşeme teknikleri öğrenmek yarar sağlar. 

BABA OLMAYA DAİR



Babalar… Babalar bir ebeveyn olarak tek başına ele alınmaya çok alışık değiller. Bunca zaman konu ya anneler ya da annelerle birlikte babalar olmuştur çocuk gelişiminde. Eee, onlar da haklılar. Konu gerçekten hep anneler oldu. Anne çocuk ilişkisini konuşurken ayıp olmasın diye bir iki babalara da değinildi. Anne çocuk ilişkisinin önemini o kadar konuştuk ki babalar kendilerinin çok da bir şey yapmalarına gerek olmadığına, sadece eve ekmek getirmeye devam edebileceklerine, bunun yeterli olacağına inandılar. Ta ki anneler de eve ekmek getirmeye başlayana, eğitim düzeyi yükseldikçe ebeveynliğe dair bilimsel yazıları daha çok okumaya, bilgi alışverişi arttıkça ebeveynliğe dair konuşulmaya başlayana kadar.

Baba ekmek / oyuncak getiriyor olmanın ya da "baban kızar" denilen otorite figürü olmanın dışında neler yapıyor biliyor musunuz? Çocuk için empatik ilişkinin kurulabildiği güvenilir figür oluyor, belli bir yaş döneminde idealize edilen bir kahraman oluyor, anne-baba-çocuk üçgenini üçgen kılan kenar oluyor, annenin yardımcı partneri yani mutlu bir aile demek oluyor.

Çocuk gelişiminde babanın rolünü hangi açıdan ele alsak öneminin ne kadar göz ardı edilemez olduğunu görüyoruz. Çocuğun gerek fiziksel, gerek zihinsel, gerek duygusal gelişiminde babayla kuracağı güvenli bir bağ demek, çok şey demek. Babalar yalnızca işten eve geldiklerinde 15 dakikalık oyun arkadaşlığından çok daha önemli rolleri olduğunu görüyorlar. “Babalar yandınız siz” mesajı verilmeye çalışılmıyor bu yazıda tabi. Amaç biraz da babalara kendi rolleri konusunda bir miktar farkındalık kazandırıp süreç içerisinde daha aktif olmalarını sağlamak çünkü klınısyenler ve araştırmacılar diyorlar ki babalar çocuğun gelişiminde ne kadar önemli role sahip olduklarını duyunca çocuk gelişimi konusunda gayet motive oluyor ve babalıktan gerçek anlamda haz almaya başlıyorlar. Yani baba olmak yalnızca çocuk için önemli bir olgu olmaktan ziyade kişinin kendini tamamlamış hissetmesi noktasında da büyük önem arz ediyor. Baba-çocuk ilişkisinde çocuğuyla kurduğu bağın ne kadar güçlü ve güvenilir bir bağ olduğunu deneyimlemek kişiyi hem bir insan hem de bir erkek olarak yaşıyor gibi hissettiriyor. 9 yaşındaki kızının banyodan sonra saçlarını kurutup tarayıp yatıran baba o akşam kızı için ne kadar önemli olduğunu, ertesi gün sayesinde kızının saçlarının nasıl da dalgalı olacağını duydukça hayattan daha çok haz alıyor oluyor. Ya da 2 yaşındaki canavalardan korkan oğluna kendisinin yanında ona herhangi bir canavarın zarar veremeyeceğini söyleyen baba birinin hayatındaki en korunaklı figür olarak görülmenin tadını çıkarıyor. Bunlara ek olarak toplumun bir erkek için belirlediği en önemli rollerden birini başarıyla ve keyifle gerçekleştirdiğini deneyimleyen bir erkek hayatındaki hedeflerine ulaşabilmek konusunda kendisini güvende hissediyor ve daha emin adımlarla ilerliyor. Uzun lafın kısası baba olmak, aynı anne olmak gibi başlarda korkutucu olabildiği gibi sonrasında kişinin kendisini tamamlama yolunda attığı önemli adımlardan biri olarak deneyimlenmeye başlanıyor.

Baba ve çocuklar demişken, aralarındaki bağın aslında azımsanamayacak bir rolü olduğunu anlatırken annelerin bu süreçten nasıl faydalandıklarına değinmeden geçmemek lazım. Anne çalışan bir anne olsun ya da olmasın baba çocuk ilişkisinin kuvvetini gördükçe çocuk gelişimindeki sorumluluklarının korktuğu gibi olmayabileceğini, partnerinin aslında bu süreçte ne kadar yanında olduğunu görüyor ve ebeveynlikten iki taraf da tüm yorgunluklarının yanında haz almaya başlıyorlar. Ee bu haz ebeveynlerin ikili ilişkilerinde de önemli çatışmaların yaşanmasını önlüyor. Bu da yukarıda bahsedilen anne-baba-çocuk üçgenini daha sağlıklı kılıyor.


Babalığın çocuk için, kişinin kendisi için ve partneri için ne kadar önemli bir olgu olduğu gerçeğine bu yazıda kısaca değinmek istedim ama hayat bu yazıdaki gibi toz pembe olmayabilir. Çocuğunuzla ilişki kurmakta zorlanabilir, anne-çocuk arasına girip bunu bir üçgene çevirmek konusunda sıkıntı yaşıyor olabilirsiniz. Örneğin annesinden ayrıldığında ciddi kaygı yaşayan bir çocuk baba ne kadar yardımcı ve sürecin içerisinde olmaya çalışırsa çalışsın babasıyla yalnız kalmaktan kaçınıyor olabilir. Bu durumda anne-baba-çocuk ilişkisi ele alınmalı ve babanın neler yapabileceği konusu düşünülmelidir. Ya da bir başka örnekte baba çocuğuyla yalnız kalmaktan korkuyor, ona yetemeyeceği kaygısını taşıyor olabilir. Bunlar gibi bir çok örnek tüm süreci sandığınızdan daha zorlu yaşamanıza sebep oluyor olabilir. Çünkü baba olmak yalnızca sizinle ilgili değildir. Partnerinizle, çocuğunuzla, sizin kendi yetiştirilme tarzınızla da ilgilidir. Bu gibi sorunlar yaşıyor olmanız bir baba olarak sizin yetersiz bir ebeveyn olmanız gerçeğini değil belki süreci yönetmek konusunda profesyonel bir danışmanlık sürecinin işinize yarayabileceği anlamını taşıyor olabilir. Günümüzde ebeveyn danışmanlığı ebeveynlerin artan bilinç düzeyi ve yapılan araştırmaların sayısının çoğalmasıyla önemli bir destek kaynağı olmaktadır. Eğer sizin de baba olmaya dair paylaşmak istedikleriniz ya da merak ettikleriniz varsa bir uzmanla iletişime geçmekten çekinmeyin. Uzman desteği bu serüveni çok daha keyifli hale getirmenize yardımcı olabilir..

Uzm Klinik Psk Melis Kısmet

29 Mayıs 2015 Cuma

Çatı Danışmanlık Merkezinde Çocuk Oyun Grubumuz Başlıyor

http://www.catidanismanlik.com/ccedilocuk-oyun-grubu.html


GÜNEŞLİ GÜNLERDE OYUN ZAMANI..

ÇOCUK OYUN GRUBU

Grup çalışmalarımız “psikodrama”, “oyun terapi ” ve “sanat terapi”  ilkelerine uygun olarak yürütülmektedir. 

Genel Amaç: Çocuk Oyun Gruplarımızın amacı oyun arkadaşlarımızın yaşıtları ile sosyal bir alanda bir araya gelebilmesine, dinleme becerilerini geliştirebilmesine, paylaşım, birlikte üretme temel ilkeleri ile kendi becerilerini geliştirebilmelerine alan açmaktır.

Oyun çocukların kelimelerini oluşturmaktadır. Çocuklar oyunlar aracılığı ile iç dünyalarında olanları dışa yansıtmakta ve çözümlenmemiş problemlerini oyun aracılığı ile ele almaktadırlar. 

Grup içerisinde oyun çocuğun;

·       Duygu ve düşüncelerinin açığa çıkmasına alan açar.

·       Kaygı ve korkuları ile baş etmesini sağlar.

·       Sosyalleşmesini sağlar.

·       Özgüven algısında değişime neden olur.

·       Kuralları öğrenmesini sağlar.

·       Sözel becerilerinde artışa neden olur.

·       Beden kullanımında değişime neden olur.

·       Yaratıcılığının gelişmesini sağlar.

·       Aileden bağımsızlaşmasını sağlar.

·       Sosyal, duygusal ve zihinsel gelişimi olumlu etkiler.

Oyun Araçlarımız:

Masal Drama, Kukla, Yaratıcı Drama, Resim, Kum, Heykel, Dans

Süreç içerisinde 3 oturum anne-baba ve çocuklar ile birlikte yürütülecektir.

Babamla Masal Drama 

Annemle Kukla Tiyatrosu  

Ailemle Dans

Katılım: 6-11 yaş çocuklar

Süre: Her hafta 90 dk 

(Grup çalışmaları açık gruplar olarak yönetilmektedir. Katılımcılar uygun oldukları tarihlerde çalışmalara katılabilirler.)

Kontenjan: 10 kişi
Tarih
 6 Haziran -13 Haziran-20 Haziran-27 Haziran-4 Temmuz-11 Temmuz-18 Temmuz-25 Temmuz 


Saat: 10.00-11.30 / 14.00-15.30
Ücret: 120 TL (bir oturum ücreti)


Başvuran ebeveynler ile ön görüşme yapılmaktadır. 0212 241 55 93 numaralı telefondan randevu alabilirsiniz.

Grup Liderleri:
İnanç Sümbüloğlu
Uzman Klinik Psikolog-Psikodramatist

İnanç Sümbüloğlu Hacettepe Psikoloji Bölümünden lisans derecesini, İstanbul Bilgi Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek Lisans programından uzmanlık derecesini almıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde ikinci uzmanlık eğitimine devam etmektedir.
2006 yılından bu yana çocuk-ergen ve yetişkinlerle çalışmalarına devam etmektedir. Farklı kurum ve projelerde grup psikoterapisti olarak çalışmaktadır.
Oyun Terapileri Derneği Genel Başkan Yardımcısı ve Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde misafir öğretim görevlisi’dir.


Melis Kısmet 

Uzman Klinik Psikolog

Melis Kısmet Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümünden lisans derecesini, İstanbul Bilgi Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek Lisans programından uzmanlık derecesini almıştır.

2010 yılından bu yana yetişkin ve grup psikoterapi çalışmalarına devam etmekte, farklı kurum ve projelerde ebeveyn çalışma grupları yürütmektedir.